Soluk soluğa: Sporda mucizelerin özel günü
Tam bir maratondu. Hem onlar için hem de TV ekranları karşısında mıhlanıp kalmış biz faniler için. Voleybol, tenis, futbol ve biz!
Onlar mucizeler peşinde koştu, bizler de harikalar diyarının, rekorların parçası, hele bir tanesinde tarihin tanığı olduk.
Dün, yani 8 Haziran 2025 gününün bitiş saatlerinde TV ekranının karşısından nihayet kalktığımda farkettim ki, tam 12 saat boyunca o spor senin bu spor benim — heyecandan heyecana sürüklenmişim, zaman uçmuş gitmiş.
Voleybolla başladı, tenisle büyüledi, futbolla taçlandı.
Öğle saatlerinde ilk durak Beijing’di. Milletler Ligi Kadınlar Voleybol (VNL) çekişmesinin ilk grubu da iki namağlup dev takım karşı karşıya geliyordu:
Türkiye ve Çin.
Daniele Santarelli’nin bizi yepyeni yeteneklerle tanıştırdığı takım bir önceki maçta Dünya üçünücü Türkiye, dördüncüsü Polonya’ya karşı nefes kesici bir maçtan 3-2 galip çıkmıştı, hop oturup hop kalkmıştık.
Çin karşısında bunun katmerlisini yaşadık. Birincisi Çin ev sahibiydi ve salonda kulakları sağır eden bir tezahürat vardı. İkincisi, her iki takım da genç enerjiyle beslenmişti ve hırs yarışındaydı. 1-1 durumda, üçüncü sette yaşanan çekişme, 31-29 Çin lehine sonuçlanınca tabii kasvet bastı, bendenizle sıkı voleybol hastaları arasındaki telefon trafiğinde karamsarlık ağır basmaya başladı.
Ama hava dönüverdi. Bunu takımın hem eski isimlerine hem de yenilere borçluyuz. Hande Baladın neredeyse maç boyunca sahadaydı — belkemiği ve ateş topu.
Ama esas parlayan yıldız, Alexia Carutaşu oldu, bu olağanüstü zeki smaçörü Çin ne yaptıysa ne ettiyse durduramadı, delik deşik oldular.
Ama eklemek lazım ki Aslı Kalaç, Saliha Şahin, ayrıca paslarıyla Dilay Özdemir ve son iki setteki olağanüstü dalışlarıyla Eylül Akarçeşme Çin duvarını yıkarak bize adeta “yeni mucizelere hazır olun” dediler. (VNL’in 18-22 Haziran arasındaki ikinci turu, Istanbul’da).
Bu maçın heyecanı yetmiyormuş gibi hızla Beijing’den Rio’ya zapladım. Ve iki dev takımın maçının tam üçüncü setini yakaladım. Yakaladım ama TV’nin sesini iyice kısmak zorunda kaldım, çünkü Rio’nun Maracanazinho spor salonunda tam anlamıyla kıyamet kopuyordu.
10 bin Brezilya taraftarı zıp zıp zıplıyordu, cayır cayır yanıyordu ortalık enerjiyle; her top çığlıklarla karşılanıyordu.
Dünya birincisi İtalya, dünya ikincisi ve ev sahibi Brezilya karşısında 2-0 galip durumdaydı — iki voleybol milletinin muazzam bilek güreşi!
Maç beş sete gider derken, 3-0 İtalya lehine bitti.
İtalya zihinsel ve teknik açıdan en “ağır” maçını oynadı diyebilirim. Çünkü iki takım da en as elemanlarıyla karşımızdaydı.
Sonradan replay’de de gördüm ki galibiyetin ana sebeplerinden biri manşet kalitesine bağlı. Santarelli’nin eşi De Gennaro en tehlikeli servis turlarını bile akıl almaz bir ustalıkla karşılıyordu, üçüncü sette de mucizelerin oyuncusu oldu.
Tabii ki Egonu Brezilya’ya soluk aldırmadı, Danesi ve Fahr ortada bloklarda dengeyi sağlam tuttular, ama bence, hemen her zaman olduğu gibi takımın bir numaralı yıldızı, dünyanın en “komple” voleybolcusu olarak gördüğüm, “the one and only” Miriam Sylla’ydı.
İtalyan medyasındaki bir yoruma göre “Egonu-Antropova rotasyonu, İtalya’nın en güçlü taktiksel silahlarından biri haline gelmiş durumda. Bu iki pasör çaprazı arasında dönüşüm yapılmasıyla, oyun yalnızca tek bir bitiriciye bağımlı kalmadan şekilleniyor.” Ve: “İtalya artık sahadaki her noktadan hücum yapabilen, olgun bir sistemle oynuyor.”
Türkiye kendi grubundan, İtalya da Brezilya turundan namağlup çıktı. Öyle anlıyorum ki Santarelli eski ekibe eklediği yenilerle çok daha rahatlamış durumda, yelpazesi genişlemiş; düşünün bu ilk turda Vargas, Ebrar, Cansu gibi isimleri görmedik bile.
Bakalım gelecek ay son turda Türkiye’yi — zor da olsa — İtalya’nın da önünde zirvede bulabilecek miyiz? Her hal-u karda, önümüzdeki haftalarda yaz keyfinizi voleybol kalitesi ile renklendirin derim.
Voleyboldan çıkıp Fransız Açık “büyük tenis finaline” geçtiğimde daha kıvılcımlar çakmamıştı. Başımıza geleceklerden bihaberdik!
İlk başlarda maç sanki Jannick Sinner’in kolay galibiyeti ile bitecek gibiydi. Telefon trafiğimizdeki genel temayülü böyle ölçtüm ama Carlos Alcaraz bana pek yenilgiye hazır gibi gelmiyordu, “sürprizlere hazır olalım” dedim arkadaşlarıma. (Alcaraz’a hep daha yakın oldum, Sinner’i de sevmeme rağmen.)
Ve mucizelerle dolu, akla hayale gelmeyen hareketlerle tenisi yeni seviyelere taşıyan beş küsur saatlik bir olay yaşadık, tarihe tanıklık ettik. Bunun benzerini sadece Borg-McEnroe 1980 Wimbledon finalinde yaşamıştım.
Bir arkadaşım dün “2017’de Avustralya Açık’taki Federer-Nadal maçı da unutulmazdı” dedi ki, haklıydı.
Şimdi sözü, maçı mükemmel anlatan Guardian yazarı Jonathan Liew’e bırakayım:
“Ne Sinner büyük slam finallerinden herhangi birini kaybetmişti ne de Alcaraz. Ama Sinner dört saatten uzun süren hiçbir maçı kazanamamıştı. Alcaraz ise ilk iki seti kaybettikten sonra asla geri dönüş yapmamıştı.
Maç onları, bizi ve çok muhtemelen tenis sporunu yepyeni, coşkulu yerlere götürecekti.
Dört uzun, zorlu sette (Alcaraz) dünya bir numarasına karşı her şeyini ortaya koydu. Yerden vuruşlarını biraz daha havalandırmayo denedi. Daha düşük ve düz vuruşlar yapmayı denedi. Ritmi bozmayı denedi. Sinner’in servislerine daha fazla yaklaşmayı denedi. Oyunun her yönünü ortaya koydu ama yine de ‘başkasının oyununu’ oynuyordu.
Çünkü Sinner’i en iyi haliyle izlemek, hidrolik ekskavatörün çok metodik bir şekilde bir köprüyü yıkmasını izlemek gibidir. Teknik ve talimatlar kusursuzluk için işlenmiştir. Muazzam güç hissi neredeyse zorlayıcı olmayan bir rahatlıkla gelmektedir. Her hareket zamanlanmış, kalibre edilmiştir, her alet işine mükemmel uyum sağlar.
Sinner zaferin eşiğindeyken, iş bitmiş gibi görünüyordu.
Ama elbette bazı işler makineyle yapılamaz. Oyunundaki tüm kusur ve eksikliklere rağmen, Alcaraz’ın sergilediği şey çok insani bir yaratıcılık, pratik zekaydı: Ne kadar derin analiz ederseniz edin, niyetlerini ne kadar iyi okursanız okuyun, bazı şeyleri asla kesinlikle öngöremezsiniz, çünkü hiçbir durum birbirinin aynısı değil.
Tenis tekrarlanabilir becerilerin oyunu, ama aynı zamanda tamamen kendi ‘zamanına has’ anların, insan iradesinin, insan duyguları ve insan tercihlerinin oyunu.
Blki bu yüzden Sinner’in şampiyonluk toplarında yaptığı üç hata zorunlu olmayan hatalar (unforced errors), ama tamamen insani hatalar; o anın ve bu rakibin ürünü. Sinner elbette bir makine değil, beşinci sette bu çok acı bir şekilde ortaya çıktı. Sınırları gevşemeye başladı. Acımasız forehandleri artık fileye takılıyordu.”
Aşikar ki Sinner, kalabalıklar tarafından Alcaraz kadar hiçbir zaman coşkuyla sevilmeyecek; çünkü Alcaraz daha az ketum, duygusal olarak çok daha açık.
Tüm bunlara rağmen Sinner’de derin hayranlık uyandıran bir özellik var; bu beşinci sette, Alcaraz onu ‘drop shot’larla alaya alırken iyice ortaya çıktı. Sinner om topları kovalamaya devam etti, yetişemedi, amabüyüleyici bir şekilde görevine bağlıydı; bedenindeki son damlaya kadar.
Bu iki oyuncu şimdi son altı büyük turnuvayı aralarında kazandı. Sinner’i geçen Ağustos’tan beri ATP turunda yenen tek oyuncu Alcaraz. Paris’te set alan tek adam Alcaraz… Bu oyuncular daha çok paylaştıkları şeylerle tanımlanır: Öldürücü bir hırs, gösteriş düşkünlüğü, ve tenis kortunda sonsuz bir kusursuzluk arayışı.”
Bakalım bu finalin rövanşını Wimbledon’da bu ikili arasında gene yaşayacak mıyız?
Öyle kaptırdım ki bu metin uzadı, gecenin öteki finaline pek yer de kalmadı. Ama gene de değinmeliyim. İki takımın oyuncularını da yakından izleyen biri olarak, Milletler Ligi finalinde gönlüm — ve aklım — aynı şeyi söylüyordu:
Bu maçın kazananı Portekiz olmalı, ve olacak.
Yamal ile gözü kamaşanlar, Ronaldo konusunda sevgi-nefret çizgisinde bölünmüş olanlar, belki de bu sebeplerden Portekiz’in daha genç takımındaki iradeyi, kazanma hırsını ve ortak oyun kurma becerisini ancak (günümüz futbolunun ve maçın gerçek yıldızı, Yamal’ın kabusu) Nuno Mendes’in muhteşem golünden sonra anladılar.
Leao solda, “yeni Modric” olarak gördüğüm Vitinha ortada, sürekli olarak İspanya’nın kurgusunu bozdular. Kaleci Diogo Costa son penaltıya kadar İspanya’nın hayalkırıklığı yaratan ileri hattına duvar ördü.
Kupa kim ne derse desin Ronaldo için bir veda simgesi, ama bu zafer Portekiz’i bu genç ve dirençli ekiple Avrupa futbol haritasının yüksek irtifalı noktalarına taşımış durumda.
8 Haziran spor maratonu işte böyle bitti geceyarısı, içimiz dışımız spor oldu :)
Ama dilerim bu tatsız, iç karartan, baş belası dünyada her günümüz gecemiz benzer heyecanlarla dolmaya devam etsin.
Böyle bir yaz bizi bekliyor.