Cıvıl cıvıldılar, zeki ve aykırı, en sonunda kanatlarını açtılar, uçup gittiler
Dehayla donatılmış, uyarıcılarla beslenmiş, basmakalıp formlara karşı isyan bayrağı açmışlardı. Müzikte sınır, kural tanımadı Sly Stone ve Brian Wilson. Dünya onlara dar geldi, genişlettiler.
Sihirli 1960’ları “iç devrimin onyılı” kılan dahilerden ikisi daha birkaç gün arayla bu dertli gezegene veda etti. İkisi de 80 yaşını devirmişti, ikisi de hayatlarının son yarısında derin ruhsal ve fiziksel sorunlarla boğuşmuştu.
Ama bugün pop müzik, funk, soul — adını ne koyarsanız koyun — setlerini yıkmışsa, müzik formları kalıplarını kırmışsa, onları çok büyük ölçüde Sly Stone ve Brian Wilson’a borçluyuz.
Her ikisi de o ender kişiliklerin oluşturduğu arketip ekibinin elemanlarıydı. Kendilerinden sonrakilere patikalar değil, geniş uçuş pistleri açtılar.
Wilson’ın izinden yürüyenler veya etkilenenler saymakla bitmez: Paul McCartney, Hollies, Mamas and Papas, Elton John, Fleetwood Mac, Byrds, Todd Rundgren, Radiohead…
Wilson beyazlar için ne ise Sly Stone siyahlar için oydu, ama bu ikincisi ırkları ayrımsız peşinden sürükleyen bir kişilik olarak da adını yazdırdı. Sly’ın yüksek voltajlı manyetik alanına kendisini kaptıranlar arasında ilk akla gelenler Temptations, George Clinton/Funkadelic, James Brown, Stevie Wonder, Roy Ayers (o da geçenlerde öldü), Dee Lite, ve en önemlisi Miles Davis ile Prince.
En önde yürüyerek mayın tarlasına dalmak, bilinmeyenler tarayarak sese dökmek kolay değil. Hem vizyon hem de cesaret, kimsenin kestiremediği bir düzeyde olacak ki iz bırakabilsin.
Sly ve Wilson’dan çok önce Pink Floyd kurucusu Syd Barrett’i, uzak olmayan bir geçmişte de Walker Brothers’ın dahi elemanı Scott Walker’ı kaybetmiştik.
Bir bir eksilmekteler, olağanüstü bir miras bırakarak.
Sly ve Wilson’ın peşpeşe gelen ölümleri ardından arşivime daldım, bazı kaynakları karıştırdım, iki merhumun mana ve ehemmiyeti hakkında birer kısa portreyi sizlerle paylaşmak istedim.
Müzik tarihindeki efsaneler arasında, Sly Stone kadar yükseğe çıkıp bu kadar sert düşen pek az isim var. 1960’ların sonunda funk’ı tepeden tırnağa yeniden tanımladı—türler arası, ırklar arası, patlayıcı neşeyle dolu bir müzik anlayışını enjekte etti. Ama bu ateş ne kadar hızlı parladıysa o hızla sönmeye başladı, geride göz kamaştırıcı olduğu kadar trajik bir miras da bıraktı.
Sly Stone, 1966’da siyah-beyaz karışımı The Family Stone grubunu kurduğunda, çoğundan çok daha büyük hayaller peşindeydi. Karma gruplar o dönemde hiç yaygın değildi, hatta bir tabuydu. Ayrıca, grubun erken dönem çalışmaları—psikodelik, duygusal ve politik olarak cesurdu, ama ilk başlarda ana akım için fazlasıyla yenilikçiydi.
Ama 1968’de çıkan Dance to the Music, düğümü çözdü ve soul-funk evreninin vazgeçilmez parçaları olan Everyday People, Stand!, I Want to Take You Higher, Family Affair gibi hitler peşpeşe geldi. Sly artık her yerdeydi—Ed Sullivan Show’da, Woodstock’ta, bitmeyen konser dizilerinde, kıpır kıpır bir kuşağın kulağında ve kalplerindeydi.
The Family Stone sadece bir grup değildi; çok daha fazlasıydı. Sly’nin vizyonu, Amerika’nın en idealist halinin müzikal bir yansımasıydı—karma ırklı, çok cinsiyetli ve yaratıcı anlamda sınırsız. Onun müzikal cesareti, The Temptations gibi dev isimleri yön değiştirip psikedelik funk’a geçmeye zorladı, Earth, Wind & Fire’a şekil verdi, Stevie Wonder gibi sanatçılara da yaratıcı özerklik yolunu açtı.
Ama dâhiliğin bir bedeli var. 70’lerin başında Sly’nin uyarıcı bağımlılığı tavana vurmuştu (sadece LSD değil, PSP gibi speed türleriyle günleri geçiriyordu) ve gruptaki gerilimler bu hayali parçalamaya başladı.
1971 tarihli There’s A Riot Goin’ On albümü, bir yandan çığır açarken, öbür yandan grup içindeki kırılmayı açıkça ortaya koyuyordu. Bu albüm dönemin karşı-kültür isyanının ve kuşaksal çatışmalarının da aynasıydı. Melodiler hâlâ vardı, ama bulanık ve dağınık bir sesin arkasına gizlenmişti. Birleştirici neşe gitmiş, yerine itiraflar, kafa karışıklığı ve umutsuzluk gelmişti. Weed’den eroine ve daha sonraları crack kokaine giden yolda bir kuşak ne yaşadıysa, Sly kişiliğinde onu özetleyecekti.
Grup dağıldıktan sonra Sly 1979’da Back on the Right Track ile kısa bir geri dönüş yaptı. Remember Who You Are gibi parçalar eski büyüsünden izler taşıyordu, ama bu kısa sürdü.
Ardından ortalıktan kayboldu—madde bağımlılığı, copyright davaları ve evsizlik içinde sürüklendi durdu. Ölümünden önceki son yıllarda meteliksizdi, bir parça “temizlenmişti”, hala isyankar ve inatçıydı, karavanda yaşıyordu, ona emekli bir çift mali yardım yapıyordu, ama bünye tamamen çökmek üzereydi — incecik bir ip üzerinde.
Ahmir “Questlove” Thompson’ın belgeselinde dediği gibi, bu hikâye “siyah dehanın yükü”nü taşıyordu. Sly Stone neyi var neyi yoksa her şeyini verdi: Müziği dönüştürdü, kültürü şekillendirdi, hâlâ gümbür gümbür yankılanan bir mesaj bıraktı.
Bir geri dönüşe, eskide kalmaya, hele tavize hiç ihtiyacı yoktu. Bir zamanlar Stand! adlı parçasında söylediği gibi: "Sonunda yine sen, sen olacaksın / Başladığın herşeyi yapmış olan biri."
Sly, çoğunun cesaret edemediği kadar yükseğe uçtu.
Düşüşü acıydı, ama yükselişinin yankıları asla inkar edilemeyecek.
Brian Wilson: Mükemmelliğin Bedeli
“İlk başlarda şunu öğrendim: Dünyayı kafamda susturduğumda, Tanrı vergisi gizemli bir müziğe kulak verebiliyordum. Bu benim için armağandı, dile getiremediğim duyguları yorumlamamı, anlamamı sağlıyordu.”
The Beach Boys 1961’de Surfin’ adlı ilk single’ı çıkardığında müzikte devrimin başladığını pek farkeden olmamıştı. Parça, Kaliforniya’da o zamanlarda yaşanan sörf çılgınlığını yakalamaya çalışan yüzlerce ucuz single’dan sadece biriydi. Ama perde arkasında 19 yaşında bir deha vardı: Hırslı, takıntılı ve yeni bir sesin peşinde koşan Brian Wilson. Kendisinden birkaç yıl sonra parlayacak olan Elton John gibi o da babasının şiddetine — bir kulağını sağır kılacak ölçüde — maruz kalmış, ve zengin iç dünyasına gömülmüştü.
Her yeni kayıtla Wilson’ın yeteneği daha da fazla parladı. Surfin’ Safari ilk büyük sıçramaydı. Ardından gelen Surfin’ USA ise tam anlamıyla bir devrimdi: Chuck Berry'nin rock riffleri zengin vokal armonileriyle harmanlanarak yeniden doğmaktaydı. Müzik hâlâ yalındı: gitar, davul ve birkaç nota org. Yine de, öyle zarif, incelikli harmanlanmıştı ki çok farklı duyukuyordu.
Beatles fırtınası Amerika'yı kasıp kavururken Wilson geri çekilmedi — etkiye kapılmadı. Tersine, daha da hırslı bir hale geldi. Fun, Fun, Fun ve I Get Around gibi parçalar müzikal olarak daha da karmaşık, duygusal olarak daha derindi.
Artık sadece hit yazarı değil, pop müziğe ruh katan bir besteciydi Wilson. In My Room, Don’t Worry Baby, The Warmth of the Sun gibi B yüzü şarkıları, araba yarışları, güneşlenmek vs yerine kaygı, yalnızlık ve aşkın iyileştirici gücü üzerineydi.
Sonra, 1966’da Pet Sounds geldi. Wilson’ın neredeyse tek başına besteleyip düzenlediği bu albüm, pop müziği bilinmeyen sulara sürükledi. Müzisyenler parçaların son hâlini bilmeden stüdyoda çalıştılar. God Only Knows, Caroline No ve I Know There’s an Answer gibi parçalar, hem duygusal hem de teknik açıdan baş döndürücüydüler, çünkü Wilson sadece güzelim bestelerini tembelce kaydetmekten kaçmış, nakış gibi işlemiş, ters kayıtlarla örmüş, bambaşka bir sound üretmişti.
Albüm ABD’de ilk başlarda “anlaşılmadı”, yeterince değer görmedi, ama Beatles’ı (özellikle Paul’u) derinden etkiledi, bir yıl sonra gelecek olan “Sgt Pepper”ın şekillenmesinde ilham kaynağı oldu — zamanla "gelmiş geçmiş en iyi albümlerden biri" ilan edildi.
Hemen ardından Good Vibrations geldi: Üçbuçuk dakikalık bu müzikal başyapıtın kayıt işleri altı ay sürmüş, binlerce dolara mal olmuştu. Farklı stüdyolarda kaydedilen “feels” adı verilen ses parçacıkları, reverb ile birbirine bağlanmıştı. Sonuç: bir pop şarkısından çok, rüya gibi akan bir müzikal seyahat. Ve çok geçmeden, radyolardan fışkıran, dört günde tam 300 bin satan bir hit.
Ama tüm bu dehanın bir bedeli oldu. Şöhret ve üzerine binen yük yüzünden, uyarıcılara aşırı kapılan Wilson’ın zihinsel sağlığı giderek bozuldu. Daha da iddialı bir albüm tasarlıyordu: Smile adlı bir başyapıtın hazırlıkları büyük ilgi konusu olmuştu ama iş yarım kaldı. Wilson geri çekildi — Pink Floyd’un Syd Barrett’i gibi — içine kapandı. “Kırılgan deha” efsanesi büyümeye başladı. Beach Boys ivmesini kaybetti.
Yıllarca kayıptı — aşırı kilolu, ilaçlara bağımlı ve sömürülen bir figüre dönüşmüştü. Derken 2000’lerde bir mucize gerçekleşti: Wilson tekrar sahneye çıktı. Yanında, 60’ların karmaşık düzenlemelerini canlı çalabilen farklı bir ekipvardı. Pet Sounds’ı baştan sona çaldılar. Londra’daki Royal Festival Hall konserleri Wilson’ın dehasını bir kez daha kanıtlayan şenliklere dönüştü.
Bu bir tür mutlu son olacaktı. Özgürlüğün bebeği olan şöhretten trajediye giden uzun imce bir yol işte. Good Vibrations, Don’t Worry Baby, California Girls, Caroline No ve hele God ONly Knows gibi şarkıları dinleyin. Bu besteler, Wilson’un titiz stüdyo işçiliğinin sonucu olarak, popun ulaşabileceği zirve silsileleri.
Wilson’ın hikâyesi, bir başka efsanevi ve trajik isimle, Sly Stone’la da örtüşüyor. Dehayla donatılmış, uyarıcılarla de beslenmiş, basmakalıp formlara karşı isyan bayrağı açmış, müziği sadece ticari meta kılan sistemle özerklik kavgası veren öncüler. Her ikisi de mükemmele ulaşmaya çalıştı. Her ikisi de bu uğurda neredeyse yok oldu. Bazen müzikte tecrübe ettiğimiz kusursuzluk, ideal bir hayatın değil, parçalanmış bir ruhun ürünü.